Şiirin işlevi üzerine

Ahmet Keskinkılıç

Natama Dergi
2 min readJul 8, 2018

olumsuz etkilediği görülmektedir. Bunun yanında iktidarın ilk ağzından itiraf edildiği gibi

I.

Platon’un şairi, gerçeklerin yalnızca gölgesini göstermek “suçundan” dikkate değer görmeyişini es geçip, Aristoteles’e bakarsak insanların doğaları gereği taklide yatkın olduklarını ve ancak yüce ve yetkin kişiler tarafından bu yatkınlığın dile getirebileceğini söyler. Elbette bu yetkin ve yüce kişiler şairlerdir. Şiirin işlevini haz (hoşlanma) olgusuna bağlayarak da edebiyat tarihi içerisinde T. S. Eliot’a bir foreshadowing yapar. Nedir o? Elliot, şöyle diyecektir; “şiirin şüphesiz ilk görevi bize zevk vermektir. Bunun ne çeşit bir zevk olduğunu soracak olursanız size hemen şiirin vermesi gereken bir zevk olduğunu söylerim çünkü başka bir cevap bizi estetiğin alanına götürür.”

Şiirin insana haz vermesi konusunu halledeli epey olduğunu düşünüyorum. Böyle bir misyon günümüzde şiirin, hadi şairin diyelim, omuzlarında bir yük olarak durmuyor. İnsana en yüce duyguları anımsatan, güzelliklerin kapılarını açan, ruh coşkunluğunu perçinleyen vs. bir olgu olarak şiirin kabul gördüğü zamanları çok gerilerde bıraktığımız rahatlıkla söylenebilir. Kimse lir çalmıyor artık, atom parçalandı, iki sıcak bir soğuk savaş kıyasıya yaşandı, toplumlar büyük büyük süreçlerden geçti, teknoloji devrimleri oldu, İsa 2000 yaşına girdi ve günümüze gelindi. Şiirin haz vermesi durumu artık yalnızca okurunun beklentisi olarak görülebilir bir nosyona büründü. Şair ise okur için değil şiir için yazandır artık. Okunmak şair için bir amaç olmamalıdır zira üretim amacı sanatın -özelde şiirin- niteliğini belirlemede önemli bir ölçüdür. Görülme kaygısıyla yazılan şiir haz vermekten ziyade göze batar.

II.

Bu evreye gelene kadar Türk şiirinin en keskin dönemecini 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yaşadığını söyleyebiliriz. Türkiye’de de artık yeni bir şeylerin söylenmeye başladığı dönemler. Auschwitz’den sonra da bütün barbarlıklar göz önüne alınarak şiire devam edilen dönemler. Tam burada, Adorno’nun bu ünlü vecizesini açmak ve o yarıktan ilerlemek istiyorum. Acının klişeleştirilmesi, sloganik ve ezbere bir tonla acıyı adeta araçsallaştırarak şiirin malzemesi ederek yaşanan artık her ne ise (kıyım, katliam, cinayet) onu sömürerek değersizleştirmenin barbarlık olduğunu söylüyor Adorno, ki haklı. Örnek olarak müstakil bir şiiri ele alabiliriz mesela; İsmail Kılıçarslan’ın Gazze Ulan şiirine bakalım;

“üşüdüysen israil bayrağı yakayım, birlikte ısınırız

bi pencere açayım gazzeye bunaldıysan, perdelerimiz uçuşsun

kız da olsa erkek de, adını direniş koyalım bütün çocuklarımızın

bomba yapmayı öğretelim kerataya, bi bomba: tam kalbine tel avivin..”

Sloganik, şiddete çağıran, bir acıya sırtını dayamış, pozcu denebilecek bir şiir.

Burada demek istediğim şiirde toplumsal bir mesele anlatmanın “günah” olması demek değil elbette. Toplumcu gerçekçiler bunun çok iyi örneklerini verdiler.

“eti geçti

duydun mu

bıçak kemikte

duymadınsa duy artık

behey allahın kulu

bıçak kemikte

duy da silkin n’olursun

bu ne biçim uyku bu

bıçak kemikte”

Dünyada da örnekleri görülebileceği gibi şiiri sınıf savaşının bir cephesi olarak görüp bu doğrultuda şiir üretimine girişenler oldu. Hasan Hüseyin örneğin, bu durumun yılmaz bir savunucusuydu ve İkinci Yeni şairlerini de böyle olmamakla suçlamıştı.

--

--

Natama Dergi
Natama Dergi

Written by Natama Dergi

Üç aylık şiir ve eleştiri dergisi

No responses yet