Ülkü Tamer’in ilk kitabında uygarlık eleştirisi
Mehmet İşten
Modern Türk Edebiyatının Gelişiminde “Modernleşme ve Uygarlık” Sorunu
Cumhuriyet’in ilk yıllarında başladığı varsayılabilecek modern Türk şiiri, Batı’yla biçimsel paralelliği yakaladıktan sonra, içerik olarak da Doğu şiirinin çocuksu romantizminden, klişe aşk konularından ve hamasetinden bütünüyle kopup modern hayatın somut ve gerçek konularına yönelmeye çalışır. Bu, genç devletin genel paradigması ile de uyumlu olduğundan devletçe engellenmez, kendisi için aşırı tehlikeli bulduğu fikirler hariç, desteklenir. Modern bir şiir; Batılılaşmanın vitrini olarak da görülebilecek balolar ve Batılı kıyafetler kadar; bale yapan, tenis oynayan köylü kızlarının salınışını 29 Ekim’in geçit töreninde izlemek kadar göğüs kabartıcıdır. Ama böyle bir salınış töreni nasıl kökleşmiş bir değişimi değil de yüzey yapıyı yansıtıyorsa ve nasıl inandırıcı değilse modern bir şiir için de henüz gereken fikri, felsefi derinlik, şiirsel pratik yoktur ülkede.
Nâzım’la (yanı sıra serbest şiir yazan başka bazı isimlerle) yani 1930’larda, modern şiirin biçimi, anlatım yolu ve içeriği büyük ölçüde yakalanmış olur. Aşk, yalnızlık vb. şiirin kadim konuları elbette ele alınmaya devam edilir, ama bunların yanı sıra değişen yaşam koşulları, hayat tarzı ve bunların ortaya çıkardığı yeni sorunlar, en azından belli tarz bir şiirin araştırma ve düşünme alanına girer: Ulusal kimliğin inşası, şehirleşme, geleneksel ile modernin çatışması, kapitalist hayat tarzının ortaya çıkardığı yoksullaşma, sınıf bilinci, yaşamın sahteleşmesi, değerlerdeki hızlı değişim ve en yeni ülkü olarak devrim!..
Batı şiirinde de aynı dönemde benzer bir durum söz konusudur. Ancak, Batılı şairin beslendiği edebiyat ve felsefe, daha temel kimi sorunlarla oldukça uzun zamandır cebelleşmektedir. Endüstri devriminin gündelik hayata kattığı makineler ve otomasyon, arabalar, iletişim olanaklarındaki gelişim vb. Batı’da 200 yıl süren bir karnaval yarattıktan sonra makineleşmenin ilk anda fark edilemeyen kimi acı sonuçları anlaşılmaya başlanmıştır: Doğadan kopuş! En açık olandır. Yabancılaşma! Sadece doğaya değil, birbirine ve hayatın bizatihi kendisine… Yalnızlık! Sinsi bir heyula. Bencilleşme ve insani değerlerin yitirilişi! Bunun getirdiği korkaklık ve güvensizlik!
Uygarlığın geldiği noktada insan ve toplum çözülmektedir!.. Tüm dünyaya hâkim olan ekonomi temelli hayat ve insan kavrayışı, sosyalist deneyimler dahil, temel insani değerler olarak kabul edilen değerlerin kitapların sayfalarında ve hamaset edebiyatında kalmasına neden olmuştur. Bunlar bireyde ve toplumda çok ciddi, depresif bir ruhsal zemin ortaya çıkarmıştır. Psikolojik hastalıklarda, intihar vakalarında önemli artışlar… Çekirdek ailenin feodal ailenin yerine ikame edilmesiyle yaşlıların terk edilişi… Kültürel dejenerasyon, kuşak çatışmaları, lümpenleşme… Ve Batı tüm bu sonuçlara spot ışığı tutmakta, felsefi ve ideolojik olarak bunların nedenlerinin araştırmasını yapmaktadır. Sadece kapitalizm, sosyalizm gibi iktisadi modeller değil, bizatihi medeniyetin kendisi sorgulanmaya başlanmıştır 19. yüzyılda: J. J. Rousseau budur, Kropotkin budur, anarşizm bu tür bir itirazdır; varoluşçular, dadacılar edebiyatta bu nedenle ortaya çıkmışlardır, psikoloji, bu arızaların ve teklemelerin bir sonucu olarak çalışma alanı bulmuş ve gelişebilmiştir.
Oysa biz Cumhuriyet’le birlikte hafif bir modernleşmeye girmişizdir henüz. Neredeyse niyet düzeyinde… Karnavalın başlamasına bile çok vardır daha. Batı’da olduğu gibi bizde de ancak o aymaz şenlik havasından sonra medeniyetin kendisini sorunsallaştırabilen şairler, yazarlar, düşünürler çıkabilecektir.