“Yok dil” için manifesto
Ulus Baker — Ege Berensel
1. Her buyrukta gizliden gizliye tınlayan bir “ölüm hükmü” yok mu? Bir babanın oğluna verdiği buyruk bir Tanrı Yargısı niteliği de taşımıyor mu? Bir Yargı… Kafka’nın dediği gibi…
2. Dil gündelik yaşamla ve iletişimle, duyguların ve düşüncelerin ifadesiyle vb. ilgili olmaktan önce büyük kamu çalışmaları ile ilgilidir: Onsuz nasıl dev piramitler için kölelere taş taşıtılabilir, balıkçılar nasıl dev balıkları denizden çıkarabilirlerdi? Anlaşılıyor ki “dilin temel birimleri” güzel ve şiirsel retoriğin alanından çok şu tür basit tümcelerdir “Hazır?”, “Evet”, “Haydi Başla!”
3. Dil hayatı anlatmaz… Daha da önemlisi, hayat değildir, hayatın parçası da değildir. O hayata buyruklar yağdırır. Hayat ise konuşmaz, bekler…
4. Sanatsal kullanımı içinde dilin, istediği kadar eğilip bükülsün, kırılıp dökülsün, “buyruk tümceleri”nden, emir ve komutlardan, sloganlardan kurtulması olanaksızdır. Gerçekçi romanın ustası Zola’nın “roman dili”ne bir bakın: “Barones’in beni samimiyeti konusunda ikna etmek gibi en ufak bir niyeti yoktu; basitçe onunla aynı fikirde olduğumu beyan eder gibi görünmemi istiyordu…”
5. Dil kendi soyut makinesinde nasıl dolaşır durur? Söz konusu olan daha çok polis ya da hükümet tebligatlarında olduğu gibi bir yetkeyi gizleyen o inanılmaz kayıtsızlık değil midir? Doğruluk, gerçeğe uygunluk bir tarafa bırakılsın, bu tür mesajlarda “gerçeğe benzeme” talebinin bile bulunmadığı, soğuk bir provokasyona bile yol açabilecek bir “doğru karşısında kayıtsızlık” durumu yok mu?
6. Spengler haklıydı: konuşmanın temel biçimleri bir düşüncenin ya da yargının bildirimi ya da bir duygunun ifadesi değil, emir, buyruk, boyun eğişin dile getirilmesi, onay, soru, olumlama ya da yadsımadır…
7. Felsefe tarihinin ve uygarlığın o çok kıymetli Söz’ü, Kelam’ı, ister Tanrı’dan gelsin ister Heidegger’in istediği gibi Logos’tan, “Şiir”den türesin, eninde sonunda bir dedikodudur… Hep işittiğini aktarmak, sana verilen buyrukları başkalarına vermek… Buyruk alan kişi (insan bebekliğinden itibaren “buyruk alan hayvandır”) ne kadar da büyük bir Angst içindedir… Ta ki kafasında bir kist oluşturan bu kıymığı başkalarına zerkedene kadar…
8. Edebiyat tarihinin önyargıları: Bireye, kişiye ait bir dil olduğu… Dilin kişisel duyguları ifade edebilme aracı olabileceği… Dil ile üslubu eşitlemek… Bunların hepsi herhangi bir dile getirişin, herhangi bir bildirme eyleminin derin toplumsal karakterini göz ardı etmenin sonucudur. Edebiyattan istenen “asgari”ler bile komutlardan başka birşey değildir: bir dilin gramer kurallarına uygunluk, yani edebiyatın sine qua non asgarisi… Ya da “ben edebiyat yapıyorum”un göstergelerinin örgütlenmesi — üslup, güzel söz, tutarlılık, inandırıcılık…
9. Dil “insan” denilen varlığın bir ayrıcalığı değildir. İnsandan başka varlıkların dile sahip oldukları anlamında değil, basitçe dilin “ayrıcalık” olmamasından dolayı… Söz, logos, eninde sonunda gelip insana çarpar… Kafada bir kist oluşturan bir kıymık… Dil belki insana “özgü” olabilir… Ama dilin temel birimi olarak buyruk (köpeğe doğru kaldırılan bir parmak) insandan öncedir… Hayvanlar buyruktan anlarlar, onlar aracılığıyla eğitilebilirler. İnsanlaşma sürecinin buyruk tümcelerinin dışında gerçekleşebileceğini sanmak ne kadar büyük bir saflık.
10. Dilin ne olduğunu anlamak için iki model öneriyoruz: (1) Hukuksal model: söz söyleyerek, söz vererek, hüküm vererek, soruşturarak, yargılayarak… Hukuksal bir sistemin içine yerleşirim. Dil yükümlülükler yaratır, yargılar, mahkum eder… Her buyruğun içinde bir Ölüm Yargısı (Kafka). (2) Siyasal model: Siyasi amaçlarla dili kullandığımızı (retorik, ikna gücü, demokratik görüş bildirimi vb.) söylemek yeterli değildir. Dilin esasında siyasal bir karakteri vardır: bu yalnızca Antik Yunan kent-devletinin logos’a ve vatandaşların dili kullanma yönündeki eğitimine verdiği büyük önemden değil, her önemli toplumsal-siyasal hareketi hareket kılan şeylerin buyruk-tümceleri ve sloganlar olmalarındandır.
11. Spinoza’nın Tanrıbilimsel-Siyasal Çalışma adlı eseri yalnız bir tanrıbilim ve siyaset eseri değildir. Aynı zamanda bir dil kuramı, yorumlama kuramı kitabıdır: Tanrıbilimsel yorumun, rahiplerin bu temel faaliyetinin (Kutsal Kitabın dilini anlamayanlara anlatmak) önyargılarının birer birer sökülüp atılması; Kutsal Kitabın dilinin “anlaşılmaz” ya da “gizli” hiçbir anlamı olmadığı gibi, karacahil bütün insanlara hitap eden ve buyruk tümceleriyle dolu bir anlatı olduğu… Duygulara, gündelik yaşama doğru yönelen buyruklar ve bunların evrensel anlaşılırlığı… Kutsal Kitap bir “hakikati” bildirmez… Hakiki bir inanç bekler: kayıtsız şartsız, bir Kelam’a boyun eğiş…
12. Rahiplerin bir yorum ihtiyacına cevap verdikleri; psikanalizin eninde sonunda bir yorumlama sanatı (hermeneutik) olduğu, giderek, bilimin ve sanatın yorumlanmadıkça anlaşılamayacağı (bilenlerin bilmeyenlere, anlayanların anlamayanlara anlatması)… Bütün bunlar dilin kökeninde yer alan tekinsiz bir güç istemini gözden saklamamalı: Buyruk alan varlık olarak insan (her hayvan gibi) “özgürlük” adını verdiği şu yanılsama kompleksini bile bizzat buyruğa borçludur; doğada ve eylemlerin düzenlenişi alanında “özgürlük” bulamadıkça dile sığınacaktır — yine de yepyeni ve daha budalaca bir yanılsamayla birlikte: buyruğa uymayabilirim, bu “benim” özgürlüğümdür… Oysa özgürlük açısından önemli olan buyruğu alıp ona uymamak değil, buyruğu hiç almamaktır… Bundan daha derin bir siyasal özgürlük öğretisi tanımıyorum!
13. Yine rahiplere ve onların yorumlarına dönersek, yorumlama isteğinin ardında garip bir bencillik yatar: Ne zaman yorumlamak gerekir? Anlam içermeyen, anlamlandıramadığım bir şeyle karşılaştığım zaman. Peki her şeyin (benim için) “anlamlı” olması gerektiği varsayımı nereden geliyor? Rahip, dünyanın “anlamlandırılmamış” kısmını haksız çıkarmak için yorumlar: Dünya anlamlı olmaya davet edilir… İster siyasal ister hukuki model altında ele alınsın, dil ile ahlak arasında pek sıkı bir bağ vardır.
14. Tanrının yargısından, Tanrının buyruğundan, kelamından bahsedenler Tanrının retoriğinden ve üslubundan bahsetmeyi pek kolay unutmuşa benziyorlar. Modern rasyonalizmin ilk basıncı “Olmaya ki Tanrı beni kandırsın” (Descartes) tutumudur. Ama cevap ikiyüzlülükte rahibinkinden aşağı kalmamıştır: “Tanrının beni kandırmaması için onun dilini öğrenmeliyim”… Neyle? Akılla, felsefeyle, matematikle…
15. Kesinlik isteği bir güvenlik duygusuna emanet edilmiştir: ama kesinliği sağlayacak olan, tam da bu yüzden “güvenlik güçleri”nden başkası değildir: bir buyruk yağdırma makinesi olarak Devlet ve emniyet güçleri… Onaylama bürokratik bir işlem olmadan önce bir buyruk alma işlemidir… Hukuksal model her an işin içindedir…
16. Heidegger: Dil Varlığın Evidir… Dilden yalnızca “insan dili” olarak genel anlamda değil, Sanskritçe, Hopice, Türkçe, Almanca vb. olarak “özel” anlamda da bahsedebileceğimizi düşünürüz. Herder’in “ulus-dil” anlayışını faşizmin doruğuna kadar taşıyacak olan temel varsayım dillerin çevrilemediği, bir cemaatın duygu ve hissiyat yükünü tümüyle taşıdığıdır. Ama ana dili diye bir şey yoktur, yalnızca baskın ve güçlü olan bir dilin, tarihin bir döneminde ötekileri üzerinde bir tahakküm kurması vardır: Siyasal bir çoğulluk durumunun içinde diller ve sözler arasında süregiden sürekli mücadele hali… Her “özel” dil bir kilisenin, bir medresenin, bir emirliğin, bir başkentin etrafında kurulur, oradan yaygınlaşır. Fransızca gibi bir dilin bugünkü “birliğini” Fransız devrimi öncesi oluşturulan Fransız Akademisiyle Devrimden sonraki “mecburi ilköğretim” aygıtının yaygınlaştırılmasına ne kadar borçlu olduğunu tarihçiler pek güzel gösterdiler…
17. Anadille yapılan edebiyattan en banal üsluplar, en yapmacık güzellemeler, en katı ve duygusuz çeşitlemeler doğar. Anadili şu anlama gelir: Anababadan alınan buyrukların toplamını sahiplenmek. Ardından bunları bir alt kuşağa yeniden püskürtmenin, deşarjın, aktarımın aracısı olabilmek. Aristo trajedi ile katharsis arasındaki işbirliğini, dil mesajlarının bu deşarj kapasitesi üzerinde kurar.
18. Artık anadilinin edinilmesi ve aktarılması için aile terbiyesi yeterli değildir. Modern rahip ve ahlakçıların arkasında en güçlü devlet aygıtı olarak mecburi eğitim aygıtının da bulunması gerekir. Garip olan şey, günümüzde bir şair ya da yazarın hâlâ sözlüklere ve yazım kılavuzlarına bakmasıdır.
19. Anadil tapınakları: “Yüksek” denilen edebiyat, kemikleşmiş üsluplar, dil ve estetik üzerine araştırma olarak edebiyat… İki örnek: Romanlarında Kürt hizmetçinin bile düzgün ve dilbilgisine uyumlu bir Türkçe konuştuğu Bilge Karasu ve roman yazmaya girişmeden önce Amerika’da Lukacs üzerine “kurslara” gittiği söylenen Orhan Pamuk… Edebiyatın “çok başka” bir biçimde yapılmasının zorunlu olduğu açık değil mi?
20. Her şeye karşın “yüksek dillerin” (bir tür “yüksek faşist” varsayım) –gururlu “felsefe dili Almanca”nın, “aklın dili” Fransızca’nın, “sağduyunun dili” İngilizcenin — “yüksek edebiyat” ile bağlantılandırıldığı açıktır. Ama sanki her şeyin büyüsü Romantik edebiyatın büyük çağının sona ermesinin ardından bozulmuştur. Modern edebiyatçının kendi eserinin ardından çekilip eseri yaratanın dilden başka bir şey olmadığını kabullenmesi (yazarın ölümü) güçlü bir Romantik unsur da içeren (hiç değilse bu formülasyonun kuramsal çerçevesi olarak) bir yozlaşma içinde yitip gitmeye yüz tutması gibi…
21. Modern edebiyat, “yüksek diller”in kenarlarında yetişen “kötü otlara” (Henry Miller) daha çok şey borçludur. Beckett kötü ve kekeme bir Fransızca ile yazar… Woolf derin bir dil kayıtsızlığı içinde gezinir durur… Kafka ile Joyce ize “azınlık edebiyatı”nın doruklarıdır… Yazar artık hiçbir anadile sahip olmadığı gibi, anadilinin buyruklarını almamak üzere derin tedbirler almış gibidir. Modern edebiyat bu tedbirlerin toplamından başka bir şey değildir…
22. Söz ve Ölüm: yalnızca edebiyatın değil, felsefenin ana teması bu ilişki etrafında düğümlenmiştir. Yazarın Ölümü’ne (Mallarme) erişinceye kadar tüm bir tarihsel süreç Platon’un “pharmakon”uyla, aynı anda hem zehir hem de ilaç olan “yazı”sıyla uğraşıp durur. Sorun bir haktan, bir haksızlıktan ve bir bencillikten kaynaklanmaktadır: Ölümle birlikte sözler biter… Ama yazılar bitmez… Yazar, sözün sahibi artık haksızca mahkûm edilmiş durumdadır… Yorumlamaya, rahiplere ve edebiyat eleştirmenlerine gün doğmuştur… Yazı böylece bir zehirdir…
23. Ama yazı aynı zamanda bir ilaçtır: ölümle biten söz aktarılmaya, iletilmeye ezeli ve ebedi olarak devam edebilecektir. “Tüm kitapların toplamı” yalnızca bir kütüphane (Borges) değil, tek bir Kutsal Kitap oluşturmuyor mu?
24. Mutsuz bilinç yazıyı kabullenir, sorumluluğunu almaya çalışır: yerine ulaşıp ulaşmayacağını bilmeksizin yazmak… Ve bunun çok değişik biçimleri, yaşantıları: kime ulaşacağını bilmeden yazmak, ulaştığında anlaşılıp anlaşılmayacağını bilmeden yazmak… İletişimin, angaje ve militan edebiyatın ezeli-ebedi başarısızlığının nedeni banalliği ve sıradanlığı değil, siyasal belirlenimlere sahip olması değil, “iletişim” ile “enformasyon”u ön plana çıkarmasıdır.
25. Mutsuz bilinç için yazı kartpostal modeline uygun olarak işler… Yazmak ya da ne yazıldığı önemli değildir artık… Gönderme ve yolda kaybolmak daha büyük bir önem kazanmıştır.
26. “Ulaşılması imkansız” bir hedefe yönelmek Platon’cu “zehirli yazı”nın kendine ördüğü kaderse, “ulaşılması garantilenmemiş” bir hedefe yönelmek “mutsuz bilincin” edebiyatının karakteridir: Dostoyevski ile Bakhtin. Ama her ikisi de “mutsuz bilincin” ufkunda durmazlar…
27. “Baskı altında yazmak”. Sansür ile yasaklama arasında kurulan bağ konusunda mutsuz bilincin tasarımı eksik ve yanılsamalarla doludur. Felsefecilerin ve edebiyatçıların kişisel kaderleri ve sosyo-psikolojik durumları üzerine yapılan onca çalışmaya ve psikanalizden kaynaklanan “edebiyat araştırmaları”na karşın bir “dil olayı” olarak sansürün ne olduğunu ve nasıl işlediğini sanki pek bilmiyoruz. Sansürün ilk önlemi, Heinrich Heine’nin gösterdiği gibi, basitçe bir sözcüğün üzerini çizmek midir? “Bay ve Bayan Falanca, Özgürlük kadar güzel bir oğullarının dünyaya geldiğini kıvançla duyururlar.” Çizilen sözcük tümcenin tümünün anlamını kaydırmakla kalmaz, ORADA DİRENİR…
28. Sansürcünün bakış açısı sansüre uğrayanın bakış açısından farklı değildir. Her şey sansüre uğramanın varsayılan masumiyetini inkar ediyor gibidir: Sözcüklerin direnebileceğini varsaymak saflığı… Oysa direnen, metinlerin, sözlerin, konuşmaların yaratıldığı genel uyum düzleminden başka bir şey değildir: Spinoza’nın yaşamı boyunca yayınlamadığı Ethica’sı… Direnme, böylece “sansüre karşı” değil, “sansüre rağmen” yapılır…
29. “Bastırılanın geri döndüğü” öğretisi psikanalizin sansürü ve “sansür işlevi” adını verdiği şeyi hiç anlamadığının göstergesidir. Sansür dili tek tek noktalarda yaralamaz… Dilin neredeyse tümüne yayılan, yaygınlaşan, onu içten örgütleyen bir işlevdir. Michel Foucault’nun gösterdiği gibi “söylemin düzeni”ne içkindir. Kullanılabilir dilin ufkunu çizer…
30. Böylece sansür yalnızca “yasaklama” yoluyla işlemez. Dili içten düzenleme yeteneği sayesinde, konuşma içinde olanakları, öznelerin konumlarını, kimin neyi nerede ne zaman söyleyip söyleyemeyeceğini de tayin eder… Sansür dilin haritasıdır.
31. Sansürün incelikleri ve kurnazlıkları: dili anlamanın hukuksal modeli bize dilin genel kanunlarını değil, tam aksine farkına bile varmadığımız detaylarından oluşan haritasını verir. Öyle ki söz ile eylem arasında hiçbir “dışsal” ilişki bırakılmaz. Bazı eylemleri yalnızca o eylemleri gerçekleştirdiğimi telaffuz ederek gerçekleştiririm: “Yemin ediyorum” diyerek yemin eder, “mahkûm ediyorum” diyerek mahkûm ederim… Dilin bu düzeyinde oldukça kaba bir hukuksallık varsa, haritanın jeolojik katmanlarında daha ince ve karmaşık bir hukuksallık vardır: söz ile ancak konuşularak gerçekleştirilebilecek bazı eylemler arasındaki içsel ilişki: “… mi?” diyerek sorgular, “seni seviyorum…” diyerek söz veririm… Herhangi bir emir kipi kullandığımda emir veriyorumdur vs. Dil söylenmemiş ve gizli sayısız önyargının kaynaştığı bir haritadır. Nasıl olmuşsa olmuş, bazı cümleler toplum tarafından bazı eylemlerin gerçekleştirilmesine hasredilmişlerdir.
32. Söz ile eylem arasındaki ilişki “içselleştirildiği” andan itibaren bir sorun ortaya çıkar. Söz yine de eylemden farklıdır, onunla özdeş değildir — ”yalnızca söz verdim…” İlişki öyleyse daha karmaşıktır: söz ile eylemin birbirlerini tekrarlaması… Gazete haberleri, reklâmlar vb. yalnızca aynı cümleleri tekrarlamakla ve vurgulayıp durmakla kalmazlar. Aynı zamanda tekrarlanan tümceler eylemleri, tekrarlanan eylemler de tümceleri tekrarlayıp dururlar. Farkın toplumunda yaşadığımızı sanarken tekrarın toplumundan başka bir yerde değiliz…
33. Dilde “yenilik” ya da “buluş” var mıdır? Bu soru, “bireysel”, “kişiye özgü” bir dil var mıdır sorusu kadar budalacadır. Dilin ne zaman herhangi bir şeyi “adlandırdığı” sorusuna cevap arayabiliriz: adlandırılmış en ayrıcalıklı şeyler hakkında artık daha fazlasını bilemeyeceğimiz şeyler değil mi? “Ben”, “Şey”, “Tanrı”, “Özne”, “Amaç”…
1999