Tamam ama ne kadar eski?

Davut Yücel

Natama Dergi
4 min readMay 30, 2020
Bir Japon Nasıl Ölür
Bir Japon Nasıl Ölür, Ali Ayçil, Dergâh Yayınları, 2018, 56 Sf.

Amerikalı şair, roman yazarı ve eleştirmen Ben Lerner 2019 yılında Türkçede bir seçki olarak yayımlanan Sanat Yok isimli şiir kitabında, çağdaş sanat anlayışıyla ilgili çok net bir öneride bulunuyor: “EĞER DUVARA ASILIYSA resimdir. Yerde duruyorsa heykeldir. Çok büyük veya çok küçükse kavramsaldır. Duvarın bir parçasıysa, yerin bir parçasıysa mimari yapıdır. Bilet alman gerekiyorsa moderndir. Halihazırda içinde geziyorsan ve dışarı çıkmak için para ödemen gerekiyorsa daha da moderndir. Eğer para ödemeden içine girebiliyorsan tuzaktır. Hareket ediyorsa modası geçmiştir. Eğer kafanı kaldırıp bakman gerekiyorsa dinidir. Bakmak için kafanı eğmen gerekiyorsa gerçekçidir. Eğer satılmışsa yere-özel sanat eseridir. Görmek için metal detektöründen geçmen gerekiyorsa, halka açıktır.”

Bu uzun parça, katılsak da katılmasak da bahsettiği şeyle ilgili zihnimizde ortalama bir fikir oluşmasına; gündelik yaşamımızda karşılaştığımız herhangi bir durumun örneğin bir müze gezmek, alışveriş yapmak amacıyla girilen bir avm’de kontrol detektöründen geçmek gibi bazı önemsiz anılarımızın canlanmasına, küçük farkındalıklarımızın bilinç yüzeyine çıkmasına neden olur. Evet bu pasajı okuyunca iddialı bir sınırlayıcılığı olmakla birlikte yaşamımızı belirsizce ama planlı şekilde kuşatan dayatmaların farkına varırız.

Şair, hikâye ve deneme yazarı Ali Ayçil’in üçüncü şiir kitabı olan Bir Japon Nasıl Ölür’ün ikinci bölümüyle aynı ismi taşıyan Bir Bahisçinin Eve Dönüşü şiiri “Tanınmış bir can sıkıntısıyız burada bir atı bekliyoruz” (s. 33) dizesiyle başlıyor. Ayçil’in kitabının tümünü bu dizenin bize sunduğu belirsizlik zeminine oturtmam, şüphesiz, belirsiz şekilde gerçekleşen ama aynı derecede planlı bir dayatmanın yansıması olurdu.

Kitapta yer alan şiirlere, kullanılan sözcüklere bakıldığında kentli ve çağdaş olmanın bir tanımı olarak gündelik hayatımızın birtakım belirsiz ama planlı dayatmalarının şair üzerinde bıraktığı –ya da gözlemlediği– belirsiz etkilerine bir tepki olarak algılayabiliriz yazılanları: “bir öksürsem ağzımdan vitrinler dökülecek” (s. 13), “daha yere düşmeden eriyor serpişen kar, buharlaşıyor yağmur / yağmur önce sinemada gözlerini yaşartıyor kızların. / Bakın işte nasıl güzel, nasıl yoksul sevgilim bir bankadan çıkarken / kitaplar okumuş belli […] // Oysa onu akşamları makyajsız ve pudrasız / ilk gününe benzetirim dünyanın” (s. 18).

Ali Ayçil Bir Japon Nasıl Ölür’de, geçmişte kaldığını düşündüğü belli bazı değerlerin negatif alanlarını göstererek yazıyor şiirlerini. “Tanınmış bir can sıkıntısıyız burada bir atı bekliyoruz” dizesinin de bu bağlamda anlamını çoğaltmak gerek diye düşünüyorum.

Ayçil kente, orta sınıfa ve onun alışkanlıklarına, duyarlıklarına karşı muhafazakar bir şair: “Ve birkaç ayrılık oldu ikisi diz üstü bilgisayarlardan” (s.22), “Kız güzel ve metroda ve servisten iki yıl garantili / yemyeşil bir elmayı taşıyor çantasında kulaklıklar bir noktaya bakışlar / Gidip yanına otursam biraz Davud oğlu Vaiz’den konuşsam” (s. 23), “Şimdi doktorların işi de zor onca silinmiş dosya hafızlar bile hatırlamıyor” (s. 23).

“At” imgesinin belirsizliğine karşı “sabit telefon”un planlı dayatmasını görmek biraz şüphe uyandırıyor. Açıklamak gerekirse, atın belirsiz bir zaman dilimine ve o zaman dilimine ait yaşam pratiklerine gönderme yaptığını söylemek, diğer şiirleri göz önüne alınca yanlış bir çıkarım olmaz. Buradaki belirsizlik, atın temsil ettiği zaman diliminin eskiye ait olması, evet, ama ne kadar eski? Burada ince bir nüans olduğunu düşünüyorum. Örneğin atı olan birinin gerçekten canı sıkılır mı? Daha doğrusu, can sıkıntısı duygusu bir ata sahip, yaşamını atı içine alan bir biçimde yaşayan birinin yerlisi bir duygu mudur?

Türk şiirinin Cumhuriyet sonrası, Garip ve belki İkinci Yeni’nin de bir kısmını kapsayan bir zaman dilimi, Türk şairinin belirsizliğe olan özlemiyle geçmiş. Anadoluluk, köy, Türk olmanın erdemlerine karşı duyulan özlemler. Resmi bir ideoloji olarak Ahmet Kutsi Tecer’in Bir Köy Var Uzakta şiiri de böyle bir özlemin ürünü.

TDK resmi sitesinde muhafaza kelimesinin anlamı olarak “Koruma, saklama, korunum” tanımları verilmiş. Örnek olarak verilen cümle de Burhan Felek’e ait: “Zamanımızda kıymetli şeylerin muhafazası güçleşti.”

Peki muhafazakar şair neyi korur ya da korumak yalnız başına onun için bir şey ifade ediyor mu?

Ayçil’in “Çocuklar İçin Google Maps” isimli şiirinden bir dizeyle bu konuyu genişletmek istiyorum: “Söylendiğine göre bütün evler yapılıp bitmiş Batı’da” (s. 41).

Dizede kullanılan “batı”nın bir metafor ya da yön olmadığı, coğrafi bir yer ismi ve onun yarattığı, temsil ettiği kültür olarak şiire eklendiğini kelimenin özel isim kullanımından anlayabiliyoruz.

Şair belli ki bir şeylerin yalnızca korunmasıyla da ilgilenmiyor. Çünkü dizedeki zaman kullanımından anladığımız kadarıyla Batı’daki o evler bitmiş olmakla birlikte herhangi bir tahrifata uğramadan varlıklarını devam da ettiriyor. Fakat belli ki bu da yetersiz bulunuyor: “Bütün kırlar vazolara taşınmış / Gönül yarasının vitrinlerle kapatmışlar üstünü / Orada kim inanır körlerin ırmaktaki ay’ı gördüğüne” (s. 41).

Paris’in yüzyıl başındaki şantiye halini gören, yapılan yeni büyük binaları hayretle anlamaya çalışan Louis Aragon, inşa edilen büyük pasajların içine girdiğinde insanları akvaryumun içindeki balıklara benzetmişti. Bu benzetmeye neden olan yalnızca binaların büyüklüğü değil kullanılan malzemelerin ve uygulama biçimlerinin de değişmiş olmasıydı. Metal konstrüksiyonlara uygulanan küçük parçalı cam tavanlar, hayal dünyalarının sınırlarını genişletmişti. Zaten insanların “canlarının sıkılmaya başlaması” da o yıllara denk geliyor. (Ignaz Semmelweis, el yıkamanın ölüm oranını %1’in altına düşürdüğünü keşfetmesinin ardından 1847 yılında Viyana Genel Hastanesine bir tedavi yöntemi olarak bunu önermesiyle ölüm oranlarını ciddi ölçüde azaltmayı başarmış. Bu demek değil ki el yıkamayı Semmelweis keşfetmiş. Ama bunu söylemeyi engelleyecek bir veri de yok.)

Şair Ali Ayçil “Kurtarılmış Belge” isimli şiirinde “Oysa sabit telefonda hemen çıldırıyorduk biz sonra hıçkırıyorduk” (s. 23) diyor. At gibi artık kullanılmayan bir “araç” olan sabit telefonu okuduktan sonra en baştaki soruyu sormuştum istemsizce; tamam eskiyi muhafaza edelim ama ne kadar eskiyi?

--

--

Natama Dergi
Natama Dergi

Written by Natama Dergi

Üç aylık şiir ve eleştiri dergisi

No responses yet