Sosyalist gerçekçilikte üçüncü kuşak’tan “parti ve şiir”

Sabit Kemal Bayıldıran

Natama Dergi
10 min readMay 30, 2020

1973–1976 yılları arasında Tahir Abacı’nın sahipliği ve sorumluluğunda çıkan aylık siyaset, kültür ve sanat dergisi Yarına Doğru, 12 Mart öncesi, sosyalizmi “keşfeden” üniversite gençliğini asıl muhatap kabul etmiş, bu yüzden “didaktik edası”nı öne çıkarmıştır. Sınıfsız bir toplum tahayyülünü yaşayan gençlerin sosyalist kültür üretiminde donanımlı olmaları için bu konuda pek çok yazı yayımlamıştır. İkinci çıkışta, “sosyalist gerçekçilik” konusundaki kafa karışıklığını gidermek için açıklama yapma gereği duymuştur dergi:

Yarına Doğru, sosyalist gerçekçi bir sanat anlayışını savunmaktadır. Bazı çevreler bu anlayışa karşı “önyargılı” bir tavır alıyorlar. Bunlardan güdümlü bir sanata karşı çıktıklarını söyleyenler, yapıp ettikleriyle burjuva güdümlülüğünü savundukları ve uyguladıklarını görmek istemiyorlar. Bazıları ise “sosyalist gerçekçi sanat” anlayışına başta Maksim Gorki, Bertolt Brecht, Louis Aragon, Nâzım Hikmet gibi sanatta dogmatik ve katı tavırlara karşı hem uygulama, hem kuram planında en sert mücadeleleri vermiş pek çok sanatçının sahip çıktığını bilmezden gelerek, nedense ısrarla sanatta katı bir uygulama anlayışını hakim kılmak isteyen Jdanovcu sanat yaklaşımını hatırlıyorlar. Bazı çevreler ise “toplumcu sanat” gibi bir deyimi benimseyerek kavramı burjuvazi için zararsızlaştırıyorlar ve böylece ilkesiz cephelerine pek çok küçük burjuva anlayışı buyur ediyorlar. (Oysa uygulamada “birey”i değil, “toplumu” odak noktası olarak alan pek çok sanatçıya sosyalist olsunlar ya da olmasınlar, “toplumcu” denildiği bilinen bir gerçek.)

Yazıda Jdanovcu anlayışa uzak olduğunu söyleyen dergi, aşağıda alıntıladığımız Mao’nun “sanat siyasete tabidir” dediği yazıyı yayımladığını unutmuş gibi görünüyor. Jdanov da sanatçının partiye biat etmesini istiyordu.

Dergi, Sovyetler Birliği-Çin arasındaki “ideolojik çatışma”da Çin’den yana tutum almıştır. Çin’e destek veren Arnavutluk ve onun lideri Enver Hoca edebiyatımızda gündeme gelmeye başlar. Arnavutluk Emek Partisinin (AEP) yayın organı Zeri i Popilit’ten aktarılan “Arnavutluk’ta Sosyalist Gerçekçi Sanat” başlıklı yazıda şöyle denir:

Geleneğe karşı nihilist tavır ya da geçmişin mekanik olarak kopya edilmesinde ifadesini bulan fetişist yaklaşım, yaratıcı sosyalist gerçekçi metoda aykırıdır. Enver Hoca’nın dediği gibi “Geçmişin sanatında güzel olan, emekçi kitlelerin ideal ve emellerine yakın olan, onlara hizmet eden ne varsa değerlendirilir, korur ve geliştiririz.” Bu tavrın dünya sanatının yüzyıllardır yaratmış olduğu bütün güzellikleri inkâr eden, sanat ve edebiyatta yenilik getirenlerin sadece kendileri olduğunu iddia eden modernistlerin nihilist tavrı ile hiçbir ortak yönü yoktur. Sanatta yeniliğin geçmişin başarılarından yararlanmadan gerçekleştirilebileceğini iddia etmek, gelişimin gökten zembille inebileceğini iddia etmektir. Bu, saçmadır. Eğer sanatçı modernistlerin bugün yaptığı gibi gelenekle olan bağını koparırsa, anlamsız ve hedefsiz ürünler üzerinde boş deneyler yapmaktan başka bir şey kazanamaz. (S. 10)

Derginin savunduğu “siyasete bağımlı sanat” anlayışı Mao Zedung’un “Sanat ve Edebiyat Üzerine” yazısında şöyle belirtilir:

Sanat ve edebiyat siyasete tabidir, ama bununla birlikte onun da siyaset üzerinde derin bir etkisi vardır. Devrimci sanat ve edebiyat, tüm devrimci davanın bir parçasıdır onun çarkı ve dişlisidir; gerçi daha önemli olan parçalara kıyasla daha az önemli ve daha az acil olabilir ve tali bir yer tutabilir, ama gene de tüm devrimci makinenin vazgeçilmez çarkı ve dişlisi ve tüm devrimci davanın bir parçasıdır. Eğer en geniş ve en basit anlamda bile sanat ve edebiyatımız olmasaydı, devrimci hareketi sürdüremez ve zafer kazanamazdık. Bunu kavramamak olmaz. Ayrıca, sanat ve edebiyat siyasete tabidir dediğimiz zaman, birkaç sözüm ona devlet adamının siyasetini değil, sınıf siyasetini, kitlelerin siyasetini kastediyoruz. (S. 12)

[Tahir Abacı, bana gönderdiği iletisinde “Mao’dan, Arnavutluk gazetesi Zeri i Popilit’ten birer yazı yayımlamış olmamız Çin’den, Arnavutluk’tan yana tavır aldığımız anlamına gelmez,” demiş ve “tıpkı ‘Sovyetik’ çizgideki bazı arkadaşlardan ürünler yayımlamış olmamızın bizim o çizgiye yakın olmamız anlamına gelmeyeceği gibi,” diye eklemiştir. Abacı on iki yıl sonra, “Biz insanlık tarihinin olumlu olan her şeyinin doğal mirasçısıyız” sözünü olumsuzlayan, insanlığın birikimini silip atmak isteyen Mao için Birikim’de “Proleter kültür devrimi kavramına Mao Zedung tarafından kazandırılmış olan teorik çerçeveyi olumlu ve doğru bulmaktayız. Ancak bu teorik çerçevenin Çin’de uygulamaya konan biçimini tümüyle olumlu bulmaktan uzağız,” demektedir.]1

Kaldı ki derginin yönetmeni “Bir Partimiz Olmalı” şiirini yayımlar (S. 17):

İşçi arkadaş! Bir partin olmalı

Bir çarkın koluna asıldığın zaman

Duyarsan binlerce kolun asıldığını

İşe mızraba sevdaya teşne ellerimiz

Çelik yumruğumuz partimiz olmalı

Köylü arkadaş! Bir partin olmalı

Binlerce omuz birden dayanmalı

Bir buğday çuvalını kaldırdığında

Sürekli yağmur ferahlığı gibi

Bereket muştusu partimiz olmalı

Şair arkadaş! Bin saygıya değer

Tan yerine bakarken ışıyan imgelerin

Boşlukta yitip gider bir partin olmazsa

Harman yerinde, çelik buğuları içinde

Okunsun diye mısralarımız bir partimiz olmalı

Parti ve sanat ilişkisi edebiyat dergilerinde çokça tartışılmıştır. Ali Taygun, Sanat Emeği’nde Nâzım Hikmet’in partiyle ilişkisini şöyle yorumlar:

O, parti kartı taşıyan, parti faaliyetlerine katılan ve parti kararları doğrultusunda ürün veren, angaje bir sanatçı olmaktan öte; sanat kavramının özünü ve mahiyetini değiştirerek, sanatı dünyayı değiştirmenin aracı kılanlara katılmış böylece dünyayı değiştirmenin aracı olan partiyle “rezonans” haline girmiştir. Nâzım Hikmet’in sanatı ve yapıtları bu konumun ölçüleriyle değerlendirilmelidir.

Ali Taygun, Nâzım’ın “bu konumuyla” değerlendirilmesi gerektiğini söylerken, onun partili oluşunun göz ardı edilmemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Yine Nâzım’ın partidaşı Hasan İzzettin Dinamo’nun neden büyük bir şair olamadığını nasıl izah eder bu yaklaşım? Dinamo da “parti kararları doğrultusunda ürün veren” biri olarak bugün ciddiye bile alınamaz. Hatta Nâzım’ın “Troçkist” suçlamasıyla partiden kovulmasının ardından, parti Dinamo’yu öne çıkarmaya çalışmışsa da Dinamo’da yetenek olmadığı için şiirimizde iz bırakamamıştır.

Partinin üyesi olmak, onun kararlarına uymak durumunu doğurur. Nâzım Fevraliski’ye şöyle der:

İstanbul’da bir grev sırasında bana, “Bu konuda şiirler yaz, halk türküleri bul, dağıtacağız,” dendi. En büyük onur saydım bunu ve işimi savsaklamadım. Partim hiçbir zaman benden savaş için şiirler yazmamı istemedi. Her zaman halkların dostluğu, iyimserlik ve dünyada insan soyunun mutluluğu üstüne yazmamı istedi. Fakat hüzünlü olmak hakkını dışarıda bırakmıyor bu. Hüzün kötümserlik değildir. Bazan çok hüzünlüyümdür, fakat kötümser değilim ben. Partim dışında edebiyat yoktur benim için, çünkü benim için onsuz yaşam yoktur. Şiirlerim, okurlarımın tüm sorunlarına yanıt versin istiyorum. Bir delikanlı bir kızı sevdiğinde, şiirlerimi okusun. Yaşlı bir adamı ölümün kederi kapladığında, şiirlerimi okusun. İnsanlar 1 Mayıs gösterilerine giderken şiirlerimi okusunlar. Bürokratın biri size kötü bir oyun oynadığında, şiirlerimi okuyun. Komünist yazar, tüm insan duygularını yanıtlamak zorundadır.2

Bir kişi partisine gönüllü olarak üye olur, olurken de partinin ilkelerine bağlıdır. Ama bu “bağlılık”ın sınırları tartışmalıdır. DİSK Maden-iş’in aldığı bir grev kararını Demokrat gazetesinde eleştiren Aziz Nesin için “Aziz Nesin sen nesin!” kampanyası açıldığında bunun yanlış olduğunu söylediğim bir arkadaş, savunamayacağı yaklaşım için “parti kararıdır, uymak gerekir,” demişti de şaşmıştım.

Demokratik kitle örgütlerinde farklılıklara tahammülün daha esnek oluşunu anlayabiliriz. Ama partinin aldığı kararı eleştirememek, “onun yanlış olduğunu” söyleyememek, kişinin iradesini ipotek altına almasıdır.

Nâzım’ın, “partim hiçbir zaman benden savaş için şiirler yazmamı istemedi” derken kendisinden istekte bulunulduğunu da söylemiş oluyor. Şairden istenenler, bir komünistin, parti istemeden yazacağı şeylerdir. Sorun şurada: Parti, Stalin hakkında övücü bir şiir yaz, deseydi şairin tavrı ne olurdu?

1978’de parti sosyalistlerin gündeminde geniş yer işgal eder.3 Can Yücel’in “Ozan Telli ile” ithafıyla yazdığı “Kovan” Sanat Emeği’nin 4. sayısında yayımlanır:

Damda döşeksiz kalmakla birdir

Kuru tahta üzerinde

Tahtakurusu

Partisiz kalmak dışarıda

Partiyle birlik hem içerde hem dışarda

Her şeyle bir olmakla birdir

Ve gelincikler ne kadar yalnız değilse baharda

Hem içerde hem dışarda o güzelim işimizle

Ve kuruya doğradığımız kuru ekmeği koparan keskin dişimizle

Öyle bir kovan olacağız ki biz

Peteği besleyen balıynen

Kaba ağacın gürlemesi dalılan

Can Yücel, “kovan” istiaresiyle anlattığı partinin üyeleri arı olarak hayat peteğini dolduracak, baharın gelincikleri gibi parti bahçesinde yetişeceklerdir.

Can Yücel’in Türkiye İşçi Partisi’ne üye olduğunu biliyoruz. Bunu Sevgi Duvarı’na aldığı “Kayıtlı”da şöyle ifade eder:

Zikredelim önce halkın adını

Çocuğun işçinin hakkını

Alsın diye köylü toprağını

İşçi Partisine yaptırdım kaydımı

12 Mart’ta TİP kapatılınca şair partisiz kalır. TİP’in yeniden açılışında partiye kaydını yaptırmaz. Bu arada çeşitli grupların oluşturdukları partilerden birine kaydını yaptırdığına dair bir kayıt yok. Ama kimi zaman kimi siyasetlere yakınlık gösterse de var olan bütün partilere aynı mesafede durur.

Can Yücel’in “Kovan”ından bir yıl sonra Tahir Abacı’nın Birikim’de beş bölümlü “Sevda, Gurbet ve Kurtuluş Üstüne Türküler”i (S.49) yayımlanır. Ülkenin “feodal” ilişkilerinin belirleyici bir yöresinden büyük kente giden bir işçi dolayısıyla toplumsal değişimi aktarmak isteyen şair, “Ana” adlı beşinci bölümde “işçi sınıfının partisi”ne bir methiye ile noktalar şiiri:

Terini toprağa akıtıp silmek yetmez

Ana memesinden emebilmek için

Çocukluk’tan kurtulup büyümek gerek

Kardeşler milyonlarca

Aynı dil, aynı yürek, aynı coşku

Anaları yoktur…

Bir gün biter bu öksüzlük

Kanlı bir çarkın önünde

Yenilgiyle bitmiş bir grevin önünde

Binlerce yanılgıda

Öndersiz yenilmiş bir kavgada

Gebelik sancısıdır, bir gün biter

Doğanın hükmü terstir bu işte

Çocuklar kendi elleriyle doğuracaktır

Kardeşleri kanat altına alacak anayı

Parti’yi.

Şair, 1997’de faal olan, Kenan Evren’in darbeyle kapatacağı sosyalist partileri “işçi sınıfının gerçek partisi” olarak görmemekte, onu işçilerin kendi elleriyle doğuracağını söylemektedir.

Parti-sanat tartışması Papirüs’te de yapılmıştı. Cemal Süreya, imzasını atmadan yayımladığı “Güdümlü Eleştiriden Mekanik Eleştiriye”de Aragon’un 1954’te yazdığı bir yazıdan alıntı yapar:

Birçok yoldaşın şematik ve yapmacıkla dolu bir Parti sanatıyla yetindiğini görüyoruz; basit, kof bir sanatla, bir afiş sanatıyla, eksik bir sanatla. Cebinde parti kartı taşıyan herkese bir Parti sanatı yapma gücü verilmemiştir. Bazı yoldaşlar ve yazarlar istiyorlar ki roman da şiir de yalnız sokak gösterilerini, polis baskılarını anlatsın.

Oysa bütün zenginliğiyle hayat… İşte Parti sanatının konusu.4

O dönemde böyle uyarılar olmasına karşı, sosyalist gerçekçilerin çoğu, İkinci Yenici bir dergiye sağır kalmışlardı.

Can Yücel, Bertolt Brecht’in Karar oyunundan “Türkçe söylediği” şiirler yayımlar Birikim’de (S. 1). “Örgüt Çalışmasına Övgü”nün bir bölümü şöyle:

Güzel şeydir

Sınıf kavgasında ortaya çıkıp konuşmak.

Yalın bir sesle yığınları kavgaya çağırmak,

Zalimi ezmek, mazlumu ayağa kaldırmak.

Lâkin namluları altında kapitalistlerin

Gizli gizli ve ilmi ilmik

Partinin ağlarını ören

O ufak tefek gündelik işler

Hem yararlıdır, hem çetin.

Konuşacaksın, ama

Bilmeyecekler konuştuğunu senin

Üstün geleceksin, ama

Senden bilmeyecekler üstünlüğünü

Öleceksin, ama

Kimse bilmeyecek öldüğünü

Aynı sayıda “Partiye Övgü” de yer alır:

İki tane gözün varsa senin,

Binlerce gözü var partinin,

Her yoldaşın bildiği kendi kenti,

Beş kıtanın beşini de biliyor parti.

Her yoldaşın bir vakti saati var,

Partinin ise Tarih saati.

Her yoldaşı yok edebilirler her an.

Parti ise yedi değil, binlerce can.

Yığınların öncüsü o çünki

Ve yönetiyor cengi

Gerçeğin bilinciyle işlenmiş olan

Başyapıtların kılınciyle

Brecht’in vasfettiği parti, fetiş hale gelir ve bu alanda örgütlenmeye çalışan, asıl işçi partisinin kendisi olduğunu iddia eden birkaç sosyalist parti arasındaki hâkimiyet mücadelesi sol fraksiyonlar içi kavgalara dönüşür.

Sosyalistler arasındaki tartışma çeşitli platformlarda sürer. Demir Özlü “‘Parti Edebiyatı’ ve Türkiye” başlıklı yazısında Orhan İyiler’le tartışır. Özlü şu tespitte bulunur:

Edebiyat’ın bütünüyle Parti Edebiyatı olabilmesi için Parti’nin, kültürel alanda, en geniş anlamıyla, marksçı kuramın entelektüel zenginliği üzerine oturabilmesi gerekir. Zaten, bu entelektüel zenginlik, kuramın bütün zenginliğine karşın her zaman, her ülkede hazır da değildir. Bu, bir anlamda, yeni bir kuram yaratmak değil, fakat geçmiş kültür kalıtından da yararlanarak, söz konusu entelektüel zenginliğin, her dönem, her ülke için yaratılması sürecini de içerir.

Bugünün Türkiye’sinde, bu anlamda, bir Parti yokken, varmış gibi davranmak, kendini olup bitenden soyutlayan, idealist bir tavırdır. Parti yokken, Parti varken dahi savunulması gereken “geniş cephe siyasetini savunmak, hem içinde bulunulan koşulları algılayamamak gibi bir görmezlikten gelmek, idealist tavrı da aşan bir saflıktır. Kendi toplumunun tarihin hangi noktasında olduğunu bilmeyen bir tavır, elbette Parti’nin gerçekten var olmasını da engelleyen bir tavırdır. Elbette kendilerini çevreleyen koşulları görmeyenler, yanılsama içinde, Parti’nin oluşturulması gerçekçi düşüncesinden, alçak gönüllüğünden, gerçekçi mücadele yöntemlerinden uzak olurlar.5

Erol Çankaya da Birikim’de (S. 36) “‘Özgürlük’ ve ‘Bağlanma’ Sorunu Üstüne”de konuya değinir:

Türkiye’de sanatçı-parti ilişkilerine henüz bir açıklık getirilmiş değil. Zaman zaman ortaya çıkan tartışmaların tarafları daha çok bireyci bir sanatı yapanlarla sosyalistlerdi. Bu tartışmalarda genellikle bireyci diye anılan kampın sözcüleri karşı tarafı dogmatiklikle, yaratma özgürlüğünü görmezlikten gelmekle suçlar, bu arada hemen malûm “Jdanovculuk” suçlamasına el atarak sustururlardı muarızlarını.

1975 yılından 90’lara kadar İGD/TKP hareketinin içinde olan Hasan Öztoprak sosyal medyada bir anısını paylaştı:

Şöyle bir olay hatırlıyorum 1977 ya da 78 olabilir. Üsküdar’da bir tiyatroda İGD tiyatrosunun gösterisi var, gösteri öncesi de Can Yücel şiir okuyacak, hatta yine İGD korosu da programa dahil… Yani bütünüyle İGD/TKP gösterisi… Ancak salonda Halkın Kurtuluşu’ndan insanlar var ve haliyle bir yerden sonra protesto etmeye ve slogan atmaya başladılar. Olay büyüyor, Can Yücel sarhoş tabii, ana avrat küfür ediyor. Yine de çıkıp şiirini okudu, sonra Can Yücel’i oradan çıkartıp taksiye bindirdiğimizi hatırlıyorum. Olay da çok büyümeden kapandı. HK’cılar salondan çıktılar gösteri de devam etti…

Hasan Öztoprak’ın böyle bir paylaşımına HK’li Tevfik Taş “Halkın Kurtuluşçuları İGD’nin düzenlediği bir etkinliğe ve bir salona, hiçbir nedenle gitmez” itirazında bulundu. Gerekçesini de şöyle açıkladı: “biz HK’lılar, İGD ile birbirimize silah çekiyorduk… Aynı salona Can Yücel değil Enver Hoca gelse gene gitmezdik, zira kan gövdeyi götürürdü…” H. Öztoprak şöyle bir düzeltme yaptı bunun üzerine:

Halkın Kurtuluşu diye aklımda kalmış ama anti-sovyetik sloganlar atılıyordu, zaten amaç gösteriyi engellemekti… Şimdi düşünüyorum da evet TİKKO falan da olabilir… Ama kesinlikle anti-sovyetik bir gruptu… Orada sahne arkasındaydım… Can Yücel de tam yanımdaydı, onu başına bir şey gelmesin diye taksiye bindirenlerden biriydim… Tabii bu onu TKP’li yapmaz, hiçbir zaman TKP’li ya da başka “bir şeyci” olduğunu da sanmıyorum. Kendine özgü biriydi Can Baba…

Can Yücel’in Birikim’in kurucularından olduğunu da unutmamak gerekir. Yukarıya aldığımız şiirinin TKP’ye yakın olan dergide yayımlandığını, uzun süre de EMEP’e yakın olan Evrensel dergisinde şiir yayımladığını, Devrimci Yol’a yakın Demokrat gazetesinde de yazdığını hatırlamak gerekir onun yaklaşımını değerlendirmek için.

“Parti”nin edebiyata müdahalesi, yani Mao’nun ifadesiyle “Sanat ve edebiyat[ın] siyasete tabi” olması, birçok sorun yaratmıştır. Üçüncü Kuşak’ta “Yeni Türkücüler” diye anılan Yaşar Miraç ve arkadaşlarının yaşadıkları şu olay bile ibretliktir:

Arkadaşlarıyla kafa kafaya verip bir dergi ve yayınevi üzerine konuştular bir zaman. 1978’in ilkbaharında Yeni Türkü adlı dergiyi çıkardılar. Üç sayı çıktı dergi; her sayısı üç bin basılan dergi nisan, mayıs ve haziran aylarında yayımlanabildi ancak. İGD’liler (İlerici Gençlik Derneği) gelip içerik hakkında bilgi sahibi olmak istediklerini, kendi onaylarından geçtikten sonra dergiyi dağıtıma vermelerini söyledi Yeni Türkü’ye. Olacak iş değildi elbette. Kabul ettiremeyince dergiyi dağıtan sendikalara müdahale ettiler. Yeni Türkü’yü işçilerin de okuması üzerine hazırlıyordu ekip ve her sayısını Ankara’daki sendika merkezlerine veriyorlardı. İGD’nin müdahalesiyle gittiği gibi depolarda kaldı dergi. Üç sayı yayımlanabildi ancak. Ahmet Erhan ile Yaşar Miraç ellerine aldıkları dergi balyalarını Kızılay Meydanı’nda dağıttılar bir zaman.6

“Bir Partimiz Olmalı” şiirini yazan Tahir Abacı, 39 yıl sonra şunları yazar:

“Parti” fetiş olgulardan biri. Sözgelimi, Yesenin Sovyet devriminden birkaç yıl sonra intihar ettiğinde, bunu partinin denetim eksikliğine bağlayanlar da olacaktır. Mayakovski’nin Yesenin için yazdığı ünlü şiirindeki alayından öğreniyoruz: “Başka deyişle/ Parti’den biri/ denetleseydi seni/ sağlansaydı böylece/ asıl önemi/ içeriğe vermen/ Yazardın o zaman/ her gün/ o dizelerin binlercesini/ Uzun uzun/ ve sıkıcı/ Doronin’de gördüğümüz türden” (…) Gelgelelim, Mayakovski de yakasını kurtaramayacaktır partiden; fotoğraflardan “yasak” aşkı Lili Brik’in resimleri bile kazınacaktır parti kararıyla.

Düzen karşıtlığı ruhuna sinmiş bir sanatçı, radikal/muhalif örgütlenmelerle mesafesini sürekli ölçmek durumunda kalmıştır. Sanatçının özgül yaratım süreci, çoğu kez partinin “rutin” işleriyle ve işleyişiyle karmaşık ilişkiler yaratmıştır. Parti, bir yandan özellikle toplumsal tavrı olan sanatçıları besleyecek verimliliği, hayatın sıcak yüzünü sağlarken, bir yandan da onların tekilliğini, özgünlüğünü kısıtlayıcı olabilmiştir. Bu süreç Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” başlıklı yazısıyla yoğunlaşır. Bu yazının, Lenin’in Türkçeye en çok çevrilen yazısı olduğunu ve 1970’lerde çeşitli tartışmalara yol açtığını da anımsatalım. Lukács’ın, Lenin’in eşi Krupskaya’yı tanık göstererek, bu yazıda güzel sanatlar anlamındaki edebiyatın kastedilmediğini savunması da havayı dağıtmaya yetmemiştir.7

1- Bu arada yayımladıkları bu makaleler için hiçbir çekince duymadıklarını belirtelim. Gerçi “sosyal emperyalist,” “sosyal faşist” ile “Maocu bozkurtlar” sloganları arasındaki savaş henüz başlamamıştır. Ekim 1975’de, yani Mao’nun makalesi yayımlandıktan 8 ay sonra Aydınlık dergisi “sosyal emperyalizme ve onların uzantısı revizyonistlere karşı mücadele”ye bayrak açar. Mao, Türkiye’de siyasal alana henüz yeni inmiştir. Onun dünya-sosyalizm yorumu arayış içindeki gençlerin ilgi odağıdır. Çin Komünist Partisi (ÇKP) “Üç Dünya Teorisi”ni yeni yeni oluşturmaktadır. Yarına Doğru’nun bu çizgide bir Maocu olduğu söylenemez. Ama düzeni değiştirmekten yana aceleci olan gençlik, Mao’nun Stalinist sevgisine sempatiyle bakmaktadır!

2- Aleksandr Fevralski, Nâzım’dan Anılar, Cem Yayınları, 1979, s. 84.

3- “[İ]llegal örgütlenme 1977 sonbaharında İstanbul’da bir evde TİİKP’in ilk ve son kogresi olan I. Kongre toplandı”, 1978’de Parti Bayrağı adlı teorik dergiyle gelişini duyuran TDKP 2 Şubat 1980’de İzmir’de kuruldu. TKEP “1980’de partinin kuruluş kongresi” toplandı. (Bu bilgiler Vehbi Ersan’ın 1970’lerde Türkiye Solu’ndan derlendi: İletişim Yayınları, 2013.)

4- Papirüs, S. 9, Şubat 1967.

5- Demir Özlü, ‘Parti Edebiyatı’ ve Türkiye, Türkiye Yazıları, S.10, Ocak 1978.

6- Hakkı Zariç, Evrensel Gazetesi, 11 Şubat 2018.

7- Tahir Abacı, “Sanatçı ve Parti”, Edebiyat ve Öteki Alanlar içinde, İkaros Yayınları, 2015, s.266.

--

--