Neredesin Cöntürk?
Ahmet İnam
Cöntürk hayatı bir anlamda “hipertext” olarak yaşadı. İnsanların, edebiyatçıların, sanatçıların “işe yaramaz” yanlarını attı, onların yeniye, canlıya, doğurganlığa açık yanlarını bulmaya çalıştı. Bulamadığında ilişkisini kesti.
Bu yazıyı Cöntürk beğenmeyecek. Olsun. Ona beğendirmek için yazmıyorum. Bu yazımı ben de beğenmedim. Beğeneyim diye yazmadım. Cöntürk’ün tiye alabileceği ağır bir sorumluluk duygusu itti beni. Belki suçluluk duygusu. Yaşarken onu kaçırdım diye. Çok oturup konuşmuşluğumuz var, tartışmışlığımız. Yaşayamamışım onu, şimdi dönüp baktığımda. Öyledir, birçoğumuzun ilişkileri. Karşılaşırız, kaçırırız sonra. Öyle midir şiir de? Edebiyat da. Neyse, Cöntürk bakıyor, saçmalamayı bırakayım.
Sanırım Cöntürk’ün çoğu çabalarının, aramalarının ardında temel bir var oluş kaygısı vardı: Edebiyat-yaşam bağı nasıl kurulmalıydı? “….bir gözümüz edebiyatta iken bir gözümüz yaşamda olmalıdır… İyi okuyucu edebiyatı öğrenir gibi yaşamasını da öğrenir ve daha çok buna verir kendini.” (2. Kitap, s.157) Yazmak onun için bir yaşama sorunuydu. Kendi deyimiyle, ne yaşamanın ne de yazmanın “enayisi” olmak istemiyordu. Toplandığımızda sorduğu olurdu: “Neyin enayisiyiz, çocuklar?” Belki bundan dolayı yazmanın enayisi olmaya başladığını sezince bırakıverdi yazmayı. Doğrusu, görünmekten vazgeçti. Dergi çıkarmaktan, eleştirmekten, savlar ileri sürmekten geriye çekildi. Elbette alttan alta, heyecan arayan edebiyat potansiyeli onda hiç kaybolmadı. Sinemayla, resimle, müzikle ilgisi hep sürdü. Bir org alıp besteler yapmaya çalıştı.
“Yazamazsam yaşayamam” tavrını yanlış bulurdu. Haluk Aker’e şöyle yazmıştı: “Ne ki, iyi yazar, yaşar gibi yazmaya kalkmamalı. Çünkü yaşamanın almaşığı yok, edebiyatın almaşığı vardır.” (s.148) Yaşamı yaşam olarak yaşama ile edebiyatla duyulan yaşamı ayırmıştı. Yaşamın kendiliğindenliğini çok az yaşayabildiğini söyler mektuplarından birinde (s.195). Edebiyatın almaşığının (alternatifinin) olması yaşamın zenginliğini gösterir: Yaşam, edebiyat gibi nice oyunlar sunabilir bize, yaşama ustası olmaya çabalıyorsak.
“Dünyada neler döndüğünü” anlama tutkusu onda hiç eksilmedi. Özellikle Anglo-Amerikan edebiyat çevrelerinden post-modern düşünceyi öğrenme uğraşı içine girdi. Bir buluşmamızda bana Richard Rorty okumaktan çok heyecan duyduğunu söyledi. Hangi kitabını okuduğunu sorduğumda, “kitaplarını okumama gerek yok, onu anlatan yazılar okudum, edebiyat dergilerinde, bu bana yeter” demişti.
Cöntürk’ün tavrı bu açıdan ilginçti. Kafasındaki yaşam-edebiyat bağı ile ilgili sorunlara ne mistik ne ağır bir metafizik açıyla ne de Almanların deyimiyle bir Lebensphilosohie, yaşama felsefesi gözüyle bakıyordu. Yaşayış biçimi böyle bir “gereksiz yoğunluğu”, derinliği dıştalıyordu. Gelişmiş, incelmiş bir yaşama duyarlılığı vardı. Bu duyarlılık onda bir yaşama zevki oluşturduğu gibi beraberinde bir edebiyat zevkinin kapılarını da açıyordu. “Fazla” felsefeyi, “fazla” tefekkürü, kendi deyimiyle “düşünsel züppeliği” sevmiyordu. Seçici, irdeleyici, arayıcı idi ama bu arayışı sürekli açılımlara, genişlemelere yönelikti. Benim gibi akademisyenlerin “bu açılımların ardında ne var?” sorusu onun pek ilgisini çekmiyordu. Düşünce ağır basınca hem edebiyat hem de yaşamın diriliği, canlandırıcı gücü, heyecanı kolayca yitirilebilirdi.
Burada Cöntürk’e itirazımı söyleyeyim, yazımın bütününde bu itiraz zaten görülebilecek: Yeninin ardındayız, elbette. Edebiyat bir yaşama olanağıdır ama rastgele yeni; arkasında emekle, deneyimle, yaşantıyla, donanımla beslenen bir dünyadan yoksun olan yeni, sözde yenidir. Ruhsuz yenidir. Ucuz yenidir. Yeninin ardında bir yeni dünya ararım ben. Yoksa, patlar balon.
Cöntürk yaşamdan geliyordu, kuramdan değil. Bu noktayı çok önemsiyorum. Kendini kitaplara gömmüş ukala akademisyenlerin edebiyat konuşurken yaşam karşısında nasıl cahil olduklarını gördükçe Cöntürk olmanın ne denli ayrıcalıklı (Bu sözüme Cöntürk gülebilir!) bir var oluş gerektirdiğini görüyorum. Derslerinde öğrendikleri kuru bilgileriyle edebiyat cahili bu insanların en büyük eksiklikleri kendilerine özgü edebiyat zevklerinin olmayışıydı. Bağlandıkları bir otorite onlara “bu şiir güzel”, “bu şair önemli” demeliydi. Ondan sonra onlar kafalarındaki malumat yığınını buyrulan metinlere ya da şairlere boca edebilirlerdi. Edebiyat bunların ne tenlerinden ne de tinlerinden geliyordu. Hasbelkader öğrendikleri malumatı becerikli zekâlarıyla ambalajlayıp satıyorlardı.
Tüm bu yaşamaya değmeyen içi boş gevezeliklerin edebiyat teorisi olduğunu sanmanın ağır bir enayilik olduğunu Cöntürk’ten öğrenebilirsiniz. Size yeni, heyecanlı buluşlar, arayışlar, sorgulamalar getirmeyen, sizi yeni yapıtlara, yeni düşüncelere, yeni yaşam biçimlerine, yeni ilişkilere götürmeyen, kendi başlarına ağır koca koca düşüncelerle şiir yazılamaz elbette. Bunu bir tür “boş” kuramları denemiş, onun acısını yaşayan bir akademisyen olarak söylüyorum.
Cöntürk’ü bu tür kuramsal üfürmelerden alıkoyan tavrı, beğenisinin gelişmişliği, edebiyat duyarlılığının ve sorumluluğunun yüksekliği idi. (Dikkat Cöntürk gülebilir!) İlhan Berk’in bir şiiri üzerine aklım sıra düşünsel incelikler geliştirmeye çalıştığım bir yazım üzerine “bu kadar laf bu şiire değer miydi?” diye eleştirmişti beni.
Galiba asıl sıkıntı bizim gibi alışkanlıkların kör ettiği okurların “edebiyattan anlamak” dediğimiz sorundaydı. Güvendiğimiz biri (nasıl güveniyorsak) ya da etkin bir kurum (neden etkinse) bu şiirde iş var dediğinde o şiirde iş olduğuna inanmaya başlıyorduk. Bu bir tür edebiyat kümelerinin ortak “telkinle uyutulması” sorunuydu. Ödül jürilerinde yer aldığım ortamların ardından yapılan sempozyumlarda birbirine zıt anlayışlardaki şairlerin tümüne birden övgü düzen “edebiyat otoriteleri” görmüşümdür. Birbirlerine bakıp “bu şiir, bu şair iyi mi?” diye soruyorlardı. Onları iyi kılan edebiyat pınarından beslenen heyecanlar değil, “bizden, bizden olmayan” anlayışına dayalı ilişkilerdi.
Bu ilişkiler yazık ki hâlâ edebiyata egemen görünüyor. Cöntürk zamanında da vardı, şimdi de var. Ucuz, kolay, sığ edebiyat zevkinin egemenliğine yol açıyor böyle bir durum. Onlarca dergi, web sayfaları, fanzinler… Birbirlerine göndermeler yapan ödül bekleyicileri, yeniyi benimsemiş görünüp de var olan durum içinde uyuşmuşlar, dar kümelerinde büyük işler yaptıklarını sanan kendi içlerine sıkışmışlar: Edebiyat oralarda çoğunlukla başka arayışların aracı oluyor. Elbette, dünyayı daha hakça, daha yaşanır, daha güzel kılacak kavgaların edebiyatı olmalı. Ama bu edebiyat, edebiyat olmalı.
Cöntürk’ü “formalist” olarak niteleyen akademisyenler olmuştur. Ona “dıştan”, soğuk bir tavırla bakıldığında metin üzerinde yoğunlaşan tavrından dolayı “formalist” belirlenimi uygun görülebilir, belki. Okumakla yaşamak arasında kurduğu sıkı bağ, metin yoğun bakışı, onu ‘şeklin’ dışına, yaşantıya taşır. Metin yaşanır. Metin, okuru yaşamaya götüren köprüdür. Elbette, metinle oyun oynamayı sever Cöntürk. Bunun için yapış yapış ilişkilerin, onu oyunundan, arayışından, keşfedeceği yeniliklerden alıkoyacak sığ, kolay bağlantıların uzağında kalmayı seçmiştir. Canı “deniz banyosu” yapmak istediğinde bir gece Ankara’dan otobüse atlar, sabah tenha bir kıyıda “banyosunu alır”, o gece otobüse binerek dönerdi. Alışkanlıkların özgürlüğü engelleyen bağlarından uzak dururdu. Gençlerle yeni arayışlar yaşamayı seçti. Yirmili yaşlarımın başındayken İstanbul’da Acıbadem’deki evimize gelmiş, beni bulmayınca kapıyı açan anneme “mühendis Hüseyin aradı dersiniz” demiş.
Metin odaklı bakışı, şairden çok şiire verdiği önem, onun hayat tarzından, kişiliğinden geliyordu. Bu açıdan post-modernizmin her şeyin “text” olabildiği vurgusu onu heyecanlandırmıştı. Şair, belli toplumsal, kültürel ilişkiler ağı içindeydi, bundan dolayı özgür olamıyor, gönlünce oyun oynayamıyordu. “Şair sızdırmaz” metinse, hem şairi hem de okuru bu bağlardan kurtarabiliyordu. “Hipertext” çalışması böyle bir özgürlük olanağı sağlıyordu, Cöntürk’e. Her şairden farklı dizeler alarak yeni şiirler, şairsiz şiirler oluşturabiliyordu. Şairin şiirleri üzerindeki egemenliği ortadan kalkıyor, şiirleri bir anlamda yapı söküme uğratılabiliyor, eleştirilebiliyordu. Şairin eskiyen, kendini tekrar eden, dağınık şiirlerinden kurtulmuş oluyordunuz. Şairin kitaplarıyla sınırlı değildiniz artık. Kokuşmuş, eprimiş sözler arasında, güzelliği henüz yitmemiş dizeleri bulup gönlünüzce yeni şiirler oluşturabiliyordunuz.
Cöntürk hayatı bir anlamda “hipertext” olarak yaşadı. İnsanların, edebiyatçıların, sanatçıların “işe yaramaz” yanlarını attı, onların yeniye, canlıya, doğurganlığa açık yanlarını bulmaya çalıştı. Bulamadığında ilişkisini kesti. Ona okuması için kitaplarını, şiirlerini yollayanları beğenmediğinde, “beğenmedim” demezdi çoğunlukla, “henüz okumadım” derdi. Beklerdiniz okumasını. Yanıt gelmeyince anlardınız, silmişti metninizi, metinlerinizi.
Açık sözlü olduğu durumlarda tepki çektiğini gördüğü için (Şairler Sözlüğü!) son zamanlarda beğenmeyişini imâ yoluyla gösterirdi.
Edebiyat dışı ilişkilerini edebiyatı yaşayışına karıştırmamaya çalıştı. Bu gerçekten de bir ustalık gerektiren tavırdı. Cöntürk’ü hep bir yaşama ustası olarak gördüm. Öyle değilseniz, okur da olamazsınız, eleştirmen de. Serpilip, sizdeki gizilliği etkin duruma geçireceğiniz kendinize yakışan bir yaşam biçimini oluşturamıyorsanız, edebiyat memuru olursunuz. Edebiyat artık sizin yaşama beceriksizliğinizi örten bir sığınma alanı olur. Belli alışkanlıkların, inanç düzenlerinin, dünya görüşlerinin kullandığı bir insan, sıradan bir metin olursunuz. Sığlığın, kabalığın, edebiyatla meşrulaştırıldığı bir alanın insanı olursunuz. Edebiyat hayatınızı, hayatınız edebiyatı besleyemez olur. Kalıp sözlerin, kalıp kavramların, sloganların enayisi olursunuz. (Bu sözlerim de bir başka enayilik elbette!)
Cöntürk’ün Ataç’a saygısı nereden kaynaklanıyordu? “Nesnel eleştiriyi” savunan Cöntürk nasıl oluyor da Ataç’ı öznelliğine karşın değerli görüyordu? “Nesnellik” ya da “bilimsellik” ya da çözümleme, yapıtın edebi değerini görebilecek beğeni yoksunluğunda içi boş bir çalışma olur. Akademik eleştirinin çoğunlukla anlamadığı budur. Metinde canlı, yeni, ufuk açıcı olana kapalı bir gözün çözümleyici çabaları bir değer taşımaz. Kör bir çabadır, metindeki estetik değeri göremediği için. Ataç yargılarında tutarsız olabiliyordu ama farklıyı, yeniyi, tazeyi araştıran duyarlı yanını anlamak gerektiğini söylüyordu Cöntürk. Onu olduğu gibi kabul edip, onun gelişmiş sezgilerinden öğrenmeye çalışmalıyız önerisinde bulunuyordu. Yapıttaki değeri kendine özgü gözü ile görebilendir, edebiyattan anlayan.
Cöntürk’ün ele aldığı konuya ve okura olan tavrı nasıldı? Anglo-Amerikan edebiyatın “tone” dediği, Cöntürk’ün yazılarında “ton” olarak geçen kavramdan söz ediyorum.
Göze batan biçimde alaycı, saldırgan, küçümseyen bir tavırla yaklaşmazdı eleştirdiklerine. Ağız dalaşının, kişiliklerin işin içine karıştığı kavgaların insanı değildi. Çalışkandı. Hamarattı. Acar bir insandı. Kuramsal yazılarında çoğunlukla ele aldığı konuyu bir çocuğa anlatır gibi anlatmaya çalışırdı. Metin çözümlemelerinde bir metin okuma zekâsının parıltısını görebilirdiniz. Bezirci’nin daha çok yerleşik kurallara önem veren titizliğine karşı, o, yeniyi, farklıyı öğrenmenin heyecanıyla böyle titizliği önemsemez görünürdü. Cöntürk üzerine yapılmış kimi çalışmalarda herhangi bir edebiyat eleştirmeni için söylenebilecek basmakalıp sözlerden anlıyoruz ki, Cöntürk’teki farklılık henüz pek görülmüyor. Hele Cöntürk’ü Sokrates’e benzetme çabası, hem Cöntürk’e hem de Sokrates’e yakışmayacak bir bakış!
Bir Cöntürk “tonu” olduğunu düşünürüm: Söylediğinden fazla olan bir yazar tavrı! Bu bakış, duruş, tutum, tavır fazlalığı, deyim yerindeyse bu “artı sözlülük”, Cöntürk’ün tükenmesini, kendini alışkanlıkların kolaylığına kaptırmasını engelleyen etkenlerden biri olabilir. Kendindeki genişliğe yetişmeye çalışan bir yaşama ustasıydı. Ona göre okur, yazara alışmamalıydı. Bunun için de yazar okuyucuya açtığından hep fazla olmalıydı.
Bu tavır onda metine bakışıyla birlikte gelir: İyi bir metin, okudukça açılan bir metindir. Böyle bir metin, birdenbire kendini vermez, fenomenolojide kullanılan bir deyimle gebe bir metindir, okudukça yeni anlamlar doğurur. Demek ki, bir anlamda bir metin olan insan, ilişkilerinde yeni anlamlar doğurabilen bir varlıktır. (Bu son tümceyi ben uydurdum, Cöntürk’ten duymadım!)
Böyle bir insan elbette güç odaklarının uzağında durdu. Dışındaki genişliği değil, içindeki genişliği doldurmaya çalıştı. Ödün vermedi. Arayışında, yaşayışında kimseye kendini beğendirmeye çalışmadı. Kitaplarının yeni baskılarına izin vermedi. Yaşantılarında yeniyi, canlıyı aramaya çalışanlarla aramaya çalıştı. Kabuğuna çekilip yalnız bir insan olmadı. Parıltılı insanlar keşfetti çevresinde, birlikte edebiyatta ufuk açabilecek, duyarlı gençlerle yaşantı deneyimleri yapmaya çalıştı. (Yaşantı (Erlebnis) deneyimlerinden kastım, yaşantılarımızda ayırtına henüz varamadığımız gizil zenginlikleri keşfetme serüvenidir.)
Siyasi tavrı nasıldı? Özgür, özerk, çoğulcu bir yaşamın ardına düşmüş birinin tavrı nasıl olur? Güç odaklarından, kalıplaşmış inanç düzenlerinden, egemen dünya görüşlerinden uzak duran birinin tavrı, hayata karşı eleştirel bir tavırdır. Hakça bir düzen arayışından yana olduğu açık. Haluk Aker’e yazdığı mektupların birinde (26.12.1985 tarihli!) şöyle diyordu: “Bizde bugün birçok şair, o hayal kırıklığını varamamış, ‘safça hayaller’ kurma aşamasında değil mi? Sorun zalime zalimliğini gösterebilmekte düğümleniyor. Şair olarak bunu gösteremiyorsak gösteremediğimizi de görmeliyiz. Kendimizi aldatmanın bir anlamı yok. Aldattıkça kendimizi, zalimin zalimliği artıyor. Kısır döngüyü biraz da biz aydınlar, şairler yaratıyoruz.”
Onu zengin kılan önemli bir donanımı da divan edebiyatını yaşayabilmesinden gelir.
Derunî âşina ol, taşradan bigâne sansınlar
Bu bir özge reviştir, âkil ol, divâne sansınlar
Derviş Şinasi’den aldığı bu sözler, tasavvuftan beslenen özerk bakışını bir açıdan özetler. O hep bir “özge reviş” içinde oldu! Haluk Aker’e yazdığı mektuplardan birinde (s.201) Fikret’in şu dizelerini sevdiğini söyler:
Düşünüp işlemek âyinimdir
Yaşamak dini benim dinimdir
Eskideki yeniyi arıyordu. Eskiyi yeniye ne katar diye okumaya çalışıyordu. Örneğin Muallim Naci’nin şiirlerinde, şairlerin değişik divanlarında bulduğu yenilikler ona heyecan veriyordu. (Mektuplarındaki tartışmalarına bakılabilir!)
“Büyük edebiyatçı” sözü, Cöntürk’ün sıcak bakacağı bir niteleme olmasa gerek. Okurun yazara alışması, onu dar alanlara sıkıştırıp, hep aynı biçimde, belli kalıplarla okuması, yeni gelen edebiyatçı için “büyüğün” sakıncalı yanını gösterir.
Cöntürk, alışılagelen güç ilişkileri ile edebiyata bakanların, edebiyatı bir araç olarak kullanan zevk yoksunlarının kirlettiği edebiyat kürede, metinler içine yaptığı serüven dolu yolculuklarıyla anlaşılması gereken bir edebiyat kâşifidir. Bakışının ana noktaları için şöyle bir betimleme de yapılabilir:
1. Hayatı güzel yaşamak gerekir. Güzel yaşamak bir sorumluluktur.
2. Güzel yaşamanın farklı yolları vardır, edebiyat da bunlardan biridir.
3. “Güzel yaşama” bencilce yaşanan haz odaklı sorumsuz yaşama anlamına gelmez. Çirkinlikleri, acıları, haksızlıkları, zulmü içindeyken onlarla mücadele ederek güzele ulaşma çabalarından oluşur. Güzel, güzeli arayanlarla paylaşarak yaşanır.
4. Edebiyata olan sorumluluğumuz hayata karşı sorumluluğumuzdan gelir. (1 ve 2’nin bir sonucu!)
5. Edebiyat araç olarak kullanılamaz. Dikkat: Edebiyat güzel yaşamanın bir aracı değildir, kendisidir. Bu sav edebiyat, edebiyat içindir anlamına gelmez. Edebiyat bir hayat tarzıdır. Hayattan beslenir, hayatı besler. Bu beslenme bizden yaşantımızı, tavrımızı ister. Hayata açıklık, bağımsız olmayı, kendi duyarlılığına sahip olmayı gerektirir.
6. Edebiyatta amaç, ekleme, arttırma değil, aşmadır! Bunun için yazar kendinden kurtulmaya çabalamalıdır. (2. kitap s.118, 241)
7. Keşfedilmeyi bekleyen sesimiz, hep bizde kalan edebiyata dökülmemiş bir fazlalığımız, “artı sözümüz” olmalıdır.
8. Edebiyatı yaşarken sürekli olarak edebiyattan ve hayattan beslenen hayatı kavrama gücümüz olmalıdır.
9. Edebiyatın onu yaşayanların ulaşabilecekleri kendine özgü bir yapısı vardır.
10. Eleştirmen edebiyatla hayat arasında köprüdür.
Kaynaklar:
1. Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi (Birinci ve İkinci Kitaplar), YKY, 2006.
2. Hüseyin Cöntürk, Eleştirmenin Arzusu. Hüseyin Cöntürk’ten Haluk Aker’e Mektuplar (1968–2003), YKY, 2015.