Günümüz Türk şiirinde imge sizlik, geçicilik ve mekânsızlık (ya da ‘sanal serçelik’)
Adem. Maksatsız.
Şiirin geleceğe kalmasında önemli bir etken onun barındırdığı imge ve anlamlardır. Şairimiz daha derin bir solukla daha derin bir denize dalma azmine sahip olmalıdır.
Un Momento Pleno! [Tam Bir An!]
İmge/lem hem Descartes’çı kartezyen yani pozitivist-ilerlemeci düşünce mantığında/metodolojisinde hem de varoluşçu hümanist düşünce mantığında/metodolojisinde kavramsallaştırma sürecinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Çok tabii ki bu iki farklı düşünce sistemi, “imgeyi” kavramsallaştırma süreçlerinin içine farklı yollardan dâhil ederler.
Bu yazıda Türk şiirinin içinde yaşadığımız zamanlarını günümüz olarak ölçümlerken (zira lineer zaman ölçülebilir bir olgudur) şiirimizin genel ahvalini geçici buluyorum. Geçicilik yani İngilizcesiyle contemporary (kimileri çağdaş diye çeviriyor) yine günümüz Türkiye’sinde revaçta bir sözcük. Evet, anladığınız üzere ben geçicilik vasfını negatif bir düzlemde ele alıyorum. Bu daha derin bir tartışmaya kapı aralar doğal olarak; yani “sanat geleceğe kalması için mi yapılır yoksa sanat ‘an’a’ mı aittir?” münazarasından bahsediyorum. Lakin günümüz Türk şiirinin geçiciliği mevzuuna odaklanmak için bu tartışmayı yapmıyorum. Ben şiirimizin geçicilik vasfının imgesizliğiyle karşılıklı bir ilişki içinde olduğunu ve birbirini besleyen yapıda bir kısır döngüye hapsettiğini düşünüyorum. Burada şiirimizin mekânsızlığı ya da şiirin yazılıp okunduğu mekânın hakikatten uzaklaştığı durumu da etkilidir kanımca.
Big Bang [Büyük Patlama]
Şeylerin anlamlarının oluşmasında imge ve imgeleme süreçleri olağanüstü bir öneme haizdir. Sartre, “İmgelem” isimli eserinde pozitivist imgeciliğin zayıf kaldığı noktaları pozitivist ve post-pozitivist düşünürlerin postulatlarını deşerek başlar işe. Salt ilerlemeci ve materyalist anlayışa göre şeyler bilinçten öte biçimde var olabilirler ve anca duyumsanarak zihinsel yeniden yaratım sürecine dahil olurlar. Hemen örnekleyecek olursak (tıpkı Sartre’ın eserinin en başında yaptığı gibi) pozitivizme göre elinizde tuttuğunuz bu dergiyi birkaç gün sonra anmak istediğinizde betimleyeceğiniz var oluş onun dış görüntüsü ve anlamsallığı da “dergi” sınıfının içinde diğer tüm dergilerle aynı düzeyde kalacaktır. Başka bir değişle, kartezyen düşüncede “görüngü” imgelemin oluşumunda ham maddedir.
Bu çıkarımı tersten okumak da mümkün. Şöyle ki, görüngü/imgelem ve anlamın ayrışması Descartes tarafından mekanda yer kaplamayan soyutluk, mekanda yer kaplayan somutluk olarak da formüle edilir. Yani, kartezyen anlayışta akla dayalı olan (res cognitas) ve bedene dayalı olan (res extansa) birbirine karşıt (ama koşut değil) olarak resmedilir. Sartre ayrıca Spinoza ve Leibniz’ın imge kurgularını da irdeler. Buna göre Spinoza “düşünce” ve imge arasına kalın bir duvar örerken, Leibniz bu duvarı imgenin anlıksallığıyla bağdaştırarak şeffaflaştırır ya da inceltir. Fakat genel olarak baktığımızda (amaç indirgeme değil toparlama ve bağlama) imgelem, ilerlemeci anlayışta şiirin ham maddesi olan çağrışımı salt bir duyumsal araç olarak ele alır. Yani çağrışım ancak imgenin yeniden oluşumunda duyusal verilerin yeniden simüle edilmesi için gerçekleşen fiziksel bir gerekliliktir. Ezcümle, imge insan bilincinin dışında katı bir varoluş olarak bulunmaktadır pozitivist anlayışta. Bu yüzden kavram ve anlam kolektif, düşünce-beden ayrımında, ölçülebilir ve neden-sonuç ilişkisine bağlı olmalıdır.
Buna karşın, Sartre varoluşçu refleksleriyle kartezyen sabitlerin imgelemin oluşumunda ve varlığında eksik kaldığını hümanist yaklaşımı sayesinde tespit ediyor. Öyle ki, Sartre’a göre, yukarıda ön sabitleri verilen kartezyen anlayış imgeyi hareketsiz, anlık ve düşüncesiz nesnelerin içine hapsetmektedir. Sartre’ın varoluşçu hümanist reflekslerle ortaya sunduğu eleştirileri John Berger “Görme Biçimleri” isimli eserinde daha post-modern, pratik ve hatta kışkırtıcı biçimde ortaya koymuştur.