Değiniler-2
İnanç Avadit
İki Ayrı Ben, İki Ayrı Türkiye
Salgın nedeniyle iptal edildiği planlanan zamanından bir gün önce duyurulan “İncelikler Tarihi, Gülten Akın Sempozyumu” için yazarken Akın şiirindeki Ben’i göz ardı etmek imkansızdı. Tüm şiirini, bir başkasının ağzından yazarken dahi bu Ben’in -zaman zaman Biz’in- üzerine kuran Akın, onun sayesinde hiç durmadan hatırlıyor ve bu hatırlama geriye dönük bir bakışla geniş bir Türkiye panoramasına şahitlik ediyordu. Bu noktada Türkçe Şiirin çok meşhur bir başka Ben’i düştü aklıma. İsmet Özel’in “yerine Türkiye’yi koyun” dediği Ben.
Şimdi bu iki ayrı Ben’i düşündüğümde ortada iki büyük seçim olduğunu görüyorum. İki yolculuk için çizilmiş, kervanın yolda dizildiği gibi yoldayken çizilmiş iki ayrı rotanın seçimi. Birinde Gülten Akın’ın bireysellikten -onu kaybetmeden- toplumsallığa doğru olan yolculuğu var. Bu açıdan iki Ben’in de ortak özelliğinin bu olduğunu düşünebiliriz. Ancak İsmet Özel’in bir eşi daha olmayan kırılması düşünüldüğünde bu ortak özellik bir noktada son buluyor ve birbirlerinden uzaklaşmaya başlıyorlar. Birbirlerinden uzaklaşmaya başladıkları o yol ayrımında İsmet Özel’in Ben’i de Türkiye ile özdeşleşiyor. Ancak bu özdeşleşme Akın’ın “karşı durarak” oluşturduğu özdeşleşmenin tam tersi konumda. Türkiye’nin on yılda bir kırılan, bu yüzden de bir türlü rayına girmeyen rotası ile Özel’in savrulması arasında bir paralellik var. Özel’in Türkiye’yi kabul ettiği noktada ise Akın ona karşı durmayı seçiyor. Türkiye’nin hikayesini karşı durarak anlatmayı… İki şairin şair olarak kurdukları özne bu anlamda karanlık ve aydınlık savaşında taraf seçmek gibi. Hem tanık olduklarını seçerek hem de bu tanıklığı bir bilgi aktarıcısı -tarihte yaşlı’nın görevi-, bir belgeselci gibi kullanarak.
“Nergisten ben sorumluydum, ışgından ve çocuklardan. Yanlış mı belledim, insan sorumluluktur” ile “Taşınacak suyu göster, kırılacak odunu” dizelerini kurmuş iki şairin birbirinden bu kadar uzak mesafelere savrulması ise klasik bir Türkiye gerçeği. Belki de sadece Türkiye’de yaşanabilecek endemik bir gerçek.
Pandemi ve Şiir
Bir tarihin içinden geçiyoruz. Bu artık hepimizin kabul ettiği bir gerçek. Tabii bu “tarihin” içinden geçme durumu karşısında henüz bir sona varamadığımız ve değişimin gelip gelmeyeceğini bilmediğimiz için şaşkınlık içindeyiz. Anlam vermede zorlanma, odaklanmada zorlanma bu şaşkınlığın yan etkilerinden bazıları: Bu günleri atlattığımızda ölenler yalnızca öldükleriyle mi kalacaklar, yoksa dünya gerçekten de uzun süredir konuşulan 4. Sanayi Devrimi’nin koşullarına göre yeniden düzenlenecek mi? Bizler evlerimizde olduğumuz için hiç kuşkusuz bunun kararını da yine egemenler, yani Yüce Sermaye verecek. Bize şimdilik düşen bir devrim ihtimalini -anca- beklemek oluyor.
Gündemin böylesine ortaklaşması ve yoğunlaşmasının başka bir etkisi de kelimelerin, cümlelerin yeni anlamlara gelmesi. “Yazın nereye tatile gitmeyi düşünüyorsunuz?” sorusunu geçtiğimiz yıl bu zamanlarda sormuş olsaydık eğer yalnızca birtakım yer isimleri ile cevap verilebilirdi. Şimdi sorduğumuzda ise bu soru içinde aynı anda hem umudu hem umutsuzluğu, hem iyimserliği hem karamsarlığı barındırıyor. Gelecek hâlâ orada mı? Kaçımız için? “Yılbaşında ne yapacaksınız” sorusunu biraz erken sorduğunuzda aklınıza ilk önce planlarımız değil, “yılbaşına ulaşıp ulaşamayacağımız” sorusu geliyor. Normal zamanlar boyunca kullandığımız ve eskimiş kelimeler, kurduğumuz o retorik eski cümleler artık yeni anlamları ile varlar ve neredeyse gümbür gümbür bir anlamla dolu hepsi.
Pandeminin şiirimize -Gezi’den sonra olduğu gibi- sızacağı muhakkak. Ancak onu sarsması ve başka bir düzeye çıkarması, onu değiştirmesi için değişimin de çok güçlü bir biçimde yaşanması gerekecek. Yoksa pandemi de, Gezi’de olduğu gibi, şiirimizde bir süre boy gösterecek ve bir daha da işitilmeyecek artık sesi.